I. BÖLÜM
Nefretlerinin doğrultusu değişir. Buna alışmak üzereyim yeni nefretlerle uğraşamam.
Ölmek istiyorum. Güzel kalmak için yapabileceğim tek hareket bu.
Suçuna bir yerde son vermelisin. Bir kere saplandım, çıkamıyorum işin içinden.
İnsan birbirine benzeyen bütün yaşantılarını kesintisiz sürdürmeli albayım; çok uzun bir gün boyunca, hayatının bütün içkilerini içmeli mesela.
Işık mı azdı? Yoksa insan aynı parlaklıkla görmüyor mu kafasından geçenleri?
Bu senin hayatındı oğlum Hikmet. Böyle bir oyun üzmedi mi seni?
Neden beni görünce gülüyor? İnsanlardaki zavallılığı, önce çocuklar seziyor galiba.
Çocuklardan kendini koruyamazsın, görünüşe aldanmaz onlar.
İnsan nesli yeryüzünde görünmeden önce yaşamış zırhlı hayvanların bugüne miras bıraktıkları küçük akrabalarına benziyordu.
Bu arada anılarımla da oynamama izin verir misiniz albayım? Oyunlar yazmayacak mıydık albayım? Aklıma takılan anılardan kurtulmama yardım etmeyecek miydiniz?
Sevgi kadınları. Bütün kusurlarımı yüzüme vuruyorlardı Sevgiler.
Oyunu durdurun.
Ondan sonra insanlığa öfkem başlıyordu. Çünkü bütün gücüme rağmen oyuna geliyordum. Oyuna gelmemeliydim. Bana oyun oynanmamalıydı. Onları kıskanıyordum, onları beğenmiyordum. Oynadıkları oyunu hiç anlamıyorlardı. Yaşamak istiyorlardı; en çok buna kızıyordum.
Bazı sözler vardır oğlum Hidayet, insan onlarsız edemez.
Bir yaşantıyı tam bitirmeli. Hiçbir iz kalmamalı ondan. Yeni yaşantılar için. Yeni yaşantılar için. Bunu önceden bilseydim, yaşantı milyoneri olmuştum. Ha-ha.
Ona yaranmağa çalışıyordum, tuzu fazla olan yemekleri bile beğeniyordum, ben fazla tuzlu sevmem halbuki, isteyen sofrada ilave eder.
Kleopatra, hiçbir zaman kendini düşünmedi. Bu, bir yaratılış meselesiydi.
Küçük hesaplar! Küçük iğneler. Öfkelenirken gülünç olmamalı. Gülünçlüğün ölçüsü nedir? Ben! Ben bir şey yaparsam gülünç olur. O halde gülelim. Ha-ha. Bir bu ha-ha ile iyi geçiniyorum.
İnsan bazı güçlüklerden, ancak onları unutmak suretiyle kurtulabiliyor albayım.
Bana kalsaydı, bugün de aşkımızın mutfağında bulaşık yıkıyordum. Bütün bu facia neden meydana geldi o halde? Kim yarattı bu hazin neticeyi?
Bir zamanlar seni sevmiştim. Ve sevgiyi senin suretinde yaratmıştım. Bu kalbin birini sevmeye ihtiyacı vardı. Ve sen bunu anlamadın. Ve bana eziyet ettin. Ve eziyet ettiğini bilmedin. Göz yaşımı silmedin. “Soytarılık etme Hikmet.” Fakat hiçbir şeyi unutmadım. Ve hepsini aklıma yazdım. Ve sana izin verdim ki, bilmeden yaptığın eziyet artsın. Ve sonunda arık dayanamıyorum diyebilmek için ben de bilmeden bu oyunu oynadım sana. Ve bulaşıkları yıkadım. Ben ki, bu konuda kimseye yetki vermemişidir. Bıraktım ki, sen kendi sonunu hazırla. Ve bana yaptıklarını bir bir aklımda tuttum. Bütün hayallerimi yıktın. Ve önce kelime vardı; sen.
Hamamböcekleri ve mutluevlilerinyuvalarınıyıkıcı cadılar herkesin kulaklarına fısıldarlarmış, senisevmiyorsevseydi sen kitap okurken sırtını çevirik uyumazdı, senisevmiyorsevseydi sen o filmi anlatırken, ceketinin dışında çıkan gömlek yakasını düzeltmezdi, senisevmiyordusevseydilerin bütün çeşitlemelerini uygularlarmış.
Ve herşeyi bana başlattın ve istediğin gibi bitiremediğim için ha-ha dedin. En son ha-ha’yı biz söylüyoruz fakat. Bize engel olamayacağın kadar uzaktayız senden.
Sen hiç gözünü kırpmaz mısın oğlum? Ne karanlık ruhun var yahu Hikmet?
Bilge ile tanışmamak için direnmiştim.
Ellerim titremeden Bilge’nin sigarasını yakabilirim; çünkü, oyunun dışındayım, bir oyuncu gibi.
Eski yaralar albayım. Sizinle bir savaşım yok. Böyle havalarda sızlar.
(Öyle mi gözleri, sana inanmıyorum elleri)
Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor.
Bana, “işte geldim” dedi İngilizce. Anlamadım. İşte geldim, şimdi. I come here.
Bilge hakkında uygunsuz sözler ediliyor Hikmet. Dayanamazdım, başkalarını yargılama derdim. Sen de aynı ölçülerle yargılanacaksın.
Günler geçerdi; aynı yatağın ayrı köşelerinde, ayrı şeyler düşünürdük.
Onu bir daha göremeyeceğimi bildiğim halde…
Hey there, dedim. Aptalca bir söz. Beceriksiz ve küçük hesaplıydım.
Serbest kadınların herkese açık oyunları vardı.
(Şu Bilge’yi görmekten vazgeçseydim belki sonumuz başka olurdu. Saçmalama Hikmet.)
Kimsenin, benim aklımdan geçirdiğim kadınlarla, aklımdan geçirdiklerimi yapmaya hakkı yoktu.
Sevgi aptaldı; çünkü şarkı söylüyordu mutfakta, zafer şarkısını. Fakat onu perişan ettim; kazandığı zaferler yüzünden mahvettim onu. Ha-ha. Böyle zaferler kazanmaya çalışmasaydı sonumuz başka türlü olurdu. Saçmalama Hikmet.
Ben kimdim? Ya da kimi canlandırıyordum?
I come ulan, dedim; ben varım işte, here I come…
Ben Hikmet değilim albayım. İşime geldiği yerde domuz gibi susuyorum. Sonra herşeyi birbir hatırlıyorum. Sevgi’ye de böyle davrandım. İçimde acımasız bir H. vardı susan. Sevgi ile işini bitirmişti artık. Ben bu adamı tanımıyorum albayım. Ben onun hafızasını istemiyorum.
BİLGE: Kötüsün Hikmet. HİKMET: Evet kötüyüm.
BİLGE: Seni anlıyorum Hikmet, diyebilirdi. HİKMET: Seni seviyorum Bilge, diyebilseydi.
Hikmet! Yeni bir saçmalık tekerlemesi yaratmak üzeresin. Peki albayım, yaratırım. Hayır, yaratma sakın, demek istedim. Hayır, albayım, biraz olsun yaratmak istiyorum. Az vaktim kaldı çünkü albayım.
Göz göre göre harcanıyoruz Bilge. Yerimizi bulamıyoruz.
Sen onlara dokunursun oğlum Hikmet. Viski gibi mi, albayım. Viski gibi. Hiç içmemişlerdir oğlum Hikmet. İçtiler albayım. Beğenmediler.
Efendim? Bir şey mi söylediniz? Biliyorum, kendi derdimle çok ilgilendiğimi söyleyeceksiniz. Daha önce de söylediler. Elimi kolumu, insanların en alıngan taraflarına çarpıyormuşum; bana çarpılınca da bağırıyormuşum.
Karanlık olmuş. Bu kadar yakınımda olduğu halde göremiyorum. Allah belanı versin Hikmet!
Aşkla oynarım. Ogüzeldudaklarınızasahipolabilirmiyim oynarım. İşi öylesine şakaya getiririm ki, gerçeğin anlamı kalmaz. (Bak bunu yaparsın.)
Acı bir yaşantıdan sonra insan, ancak bedenine eziyet ederek günlerini sürdürebiliyor.
Sizi seviyorum Bilge. Adınızı çok beğendim. Benim de adım Hikmet.
Başım dönüyor. Nasıl dönüyor? diye sormuştu doktor. Başın duruyor da, çevresindeki eşya mı hareket ediyor? Yoksa, sabit bir ortam içinde mi döndüğünü hissediyorsun? Önce eşya durdurularak Hikmet’in başı çevrild; sonra da eşya… İkisi de değil demişti doktora. Utanmıştı. Bilim de dudak bükmüştü bu baş dönmesine. Dönmediğine karar vermişlerdi.
Bütün hayatımca nefret ettiğimi düşündüğüm bir düzeni, artık bütün hayatımca yaşamak istediğimi sanıyordum.
Belki de karşısında böyle alçaldığım için, yanlış tanıttım kendimi. Belki de, olduğum gibi görünseydim, sonumuz böyle olmazdı.
“Sen oyun sever misin Bilge?” “Anlamadım, ne oyunu?” “Oyun canım işte. Bildiğimiz oyun. Play. Tiyatrodaki gibi. Filmlerdeki gibi.” “Bilmem. Bir oyun üzerine çalıştığımızı hatırlıyorum. Ben hiç ezberleyemiyordum.”
Gece geç vakitlere kadar prova yapıyorduk. Sevgi’nin bir rolü yoktu. Onun için “uykusu gelen kadın”ı canlandırıyordu oyun dışı olarak. Ha-ha. Bilge şaşırdı. “Neden kötü güldün öyle?” “Kötü bir şey hatırlamışımdır. Sevgi’ye gülmüşümdür.”
Bütün başımıza gelenler Sevgi yüzündendir. Şerefimi iki paralık etti, albayım.
Hikmet kaşlarını çattı. “Olmaz; sen bizi yumuşatırsın. İstediğimiz kadar şiddet gösteremeyiz sonra. Az şiddet, şiddetlerin en kötüsüdür. Şiddet için, insan tek ve yalnız olmalıdır.
Sen bizi evde bekliyorsun diye, işimizde gevşeklik gösteririz. Belki canımız evden çıkmak bile istemez. Çekilmez bir tatlılık duygusu içimizi sarar. Eski öfkelerin acısını unuturuz. Sen de bu oyundan, günün birinde bıkarsın. Çünkü kadınlar uzun süre oyunlarla oyalanamazlar, çünkü gerçekçidirler. Birgün bizi eski horgörülmelerimizle, aşığalanmalarımızla, hiçe sayılmalarımızla, adamdan sayılmamalarımızla, haklı ya da haksız küçük görülmelerimizle ve daha kötüsü bütün bunların intikamını alamamış olmamızla başbaşa bırakıp gidersin.
Siz seyirci kalamazsınız oyunlara; hemen katılmak istersiniz. Ve oyunları istediğiniz biçimde değiştirmek istersiniz. Kadınlarla oynanmaz; hemen canları sıkılır. Bir kere, rollerini ezberlemezler; sonra, “Sen gerçekten oynamak istiyor musun canım?” diyerek insanın aklını karıştırırlar.
Bizim yaşamaya hakkımız yok, çünkü topluma bir katkımız yok; öldürmek istiyoruz.
Eşyadan gözleri kamaşmış, düzgün yolda ayakları birbirine dolaşmış. Onlara alması öğretilmediği için, parçalayabilirlermiş ancak; vahşetten değil, görgüsüzlükten.
Serseriler, kendilerinin olmayan elbiseler içinde, objektifebakmıyormuşcasına bir gülümseme tutturmuşlar.
Gündüz, çevremizde dolaşan bir sıcaklık ve gece yatağımızda bir rahatlık ya da gündüz, çevremizde bir rahatlık ve gece yatağımızda dolaşan bir sıcaklık uğruna bütün hayallerimizden vazgeçmemiz gerekiyordu.
Konserlerde hiç gıcık tutmaz mıydı onları? Öksürmez miydiler?
böyle rüyalar görüyorduk Bilge.
Yabancılar arasındayım. Eşya ile birlikte yaşamasını bilmiyorum. Daha kim bilir neleri görmüyorum? Geçici delilikler geçiriyorum. (Ben oyun filan oynamıyorum galiba.) Eşyanın sürekliliğinden çekiniyorum. Bu sürekliliğin kendisine bulaşmasından korkuyordu. Onlarla uyuşmaya çalış. Hayır, kaybolurum sonra, eşyanın içine düşerim. Bilge de onların arasında. Bilge’ye ulaşmak için, onların arasından geçmek zorundasın. Olmaz, ben yalnız Bilge’yi istiyorum. Bilge her yere kök salmış, ayıramazsın Bilge’yi onlardan; sonra çok acı duyar. Bilge beni dinliyor. O başka. Senin gibi değil Bilge: Eşyayı ve seni birlikte seviyor. Fakat ben eşya gibi olamam. Eşyanın belirli kuralları var: Ne zaman ne yapacağı belli. Ben, istesem de, bunu beceremem. Böyle olduğumu Bilge’ye anlatsam mı? Sakın ha. Ya anlarsa? Deli misin? Eşya, seni eleverecek değil ya. Ya sorarsa? O kadar biliyorsun. Nasıl biliyorum? Biliyorsun işte: Devetabanı ne renk? Neresi? Yaprakları canım. Yeşil. Gördün mü? Sen, kaldığın yerden devam et sözlerine. Bu duraklamanın neden olduğunu anlamadı, değil mi? Duraklama bile olmadı. Sen konuş.
“Bir türlü sonuna gidemiyorduk rüyalarımızın. Korkuyorduk. Korkuyordum. Hayallerinde bile korkar mı insan? Hayallerinde bile kadınlar, insanı azarlar mı? Hayallerine bile hükmedemez mi insan?
Bilge içini çekti. “Oh!” dedi. Ah! deseydi. Sen buraya niçin gelmiştin Hikmet?
Kadınlarla yola çıkılmaz.
Fakat oh! derken ne güzeldi değil mi yüzünün ifadesi? Ah! deseydi kimbilir daha da güzel olurdu belki. Ağzının, güzel dudaklarının yanında bir gülümseme yaratmak için, ne uzun yollardan geçiyorsun. Kendinden veriyorsun ve durmadan eksiliyorsun. Oysa bazı insanlar, oldukları gibi kalarak, elde ederler istediklerini. Ben, kanımı damla damla süzerek veriyorum. “Beni bu yarım adamlardan kurtarmayacak mısın?” diye sızlandı Bilge. Senin için herşeyi yaparım: Gecekonduyu ve dul kadını ve albayı ve oyunları, hepsini silerim bir kalemde. Kadınlarla bile yola çıkarım. Öfkelerimi unuturum. Yaşantımın size iyi gelmeyen yanlarını kendime saklarım. Çünkü sizi seviyorum Bilge. Bütün hayatımı, hayır bütün hayatımın sadece güzel oyunlarını, yerdeki terliklere doğru hareketler yapan çekingen ayaklarınızın dibine seriyorum. Oysa, birikmiş alacaklarım vardı bu dünyadan. Bilge’nin varlığı ve içinde yaşadığı dünya unutulmuştu. Bu yaşantının sonu kötü bitecekti. Kitaplar da öyle yazıyordu. Bizim gibilerin hayatında güzellikler, kısa süren aydınlıklardır. Bizim gibiler, başkalarının yaşantılarına kısa bir süre için girerler.
Evet, ben geldim Bilge. Here I come. Come come come. Ey kalem! Bu eser senin değildir. Ey gece! Bu seher senin değildir.
“bu kadar acıma bu dünyaya çok” diyerek sildik hepsini. Çimenlerin üzerinde tekerleklerinin izi bile kalmadı. Ayağımızla da, şöyle şöyle düzelttik ezilmiş çimenleri. Oldu bitti. Herşey eski durumuna geldi.
Taşıt araçlarında şoförle konuşarak bütün meselelerde onu haklı çıkaran yolcuları tutukladım.
Bir sonuca varmadan dağılan binlerce konuşmanın acısı çöktü içine. Ölü doğduğu için, kimsenin içine işlemediği için hemen unutulan binlerce sözün ağırlığını duydu. Bilge beni ne yapsın? Ben kendimi ne yapacağımı bilmiyorum ki.
Hikmet durdu; eğildi ve Bilge’yi ağzından öptü. Bilge, vücudunu ona doğru bastırdı.
Eski Hindistan’dan günümüze kadar gelmiş bütün sevişme oyunlarının Bilge’si.
Daha önümüzde uzun bir karanlık daha var yaşamalıyız, boşluğa düşmemeliyiz. Sevişmesek de düşmemeliyiz. İki dakika sonra uykuya daldı.
II. BÖLÜM
Hepimiz, büyük bir kaderin oyuncaklarıyız.
Bu yaşantının sona erdiğine inanmıyorum; bu yüzden yeni yaşantılara gücüm yok. Eski yaşantımı da, siz olmadan nasıl sürdürebilirim? Bütün büyü sizdeymiş.
Heyecan, insanın hevesini kaçırır.
Durup dururken birine giderek söze başlayamazdım ya. Fakat biri benimle konuşmaya başlayınca da, söz dönüp dolaşıp buraya gelecek diye korkuyla iç geçiriyordum; göğsüme bu mesele saplanıyordu.
Bütün insanlarımız gibi, ben de hayatımda bir kere biraz değişik bir harekette bulunmuştum ve bütün insanlarımız gibi, artık ömrüm boyunca kendimi ve herkesi bıktırıncaya kadar bu hususiyetime yapışıp sürüklenecektim; bütün hayatım boyunca bu küçük istisnaya tutunmaya çalışacaktım.
Hayır, kelimeler aldatıcıydı; kelimeler, bizi gerçeklerden uzaklaştıran küçük tuzaklardı.
İnsanlar, tam kötülüklerinden temizlendikleri ve ilerde kurulacak yumuşak dünyada yer almaya hak kazandıkları sırada ölüyorlardı.
“Kocam öldüğü zaman ne yapacağımı şaşırmıştım, hiçbir şey bilmiyordum,” diye anlatıyordu dul kadın, “Günlerce bir sandalyenin üstüne oturdum, karanlık düşüncelere daldım. Ölmek istiyordum; yani, bir kolaylık peşindeydim, her şeyden birdenbire kurtulmak istiyordum. Oysa benim ölümüm, bu dünyadan kocamın varlığının bütünüyle silinmesi demekti.”
“Muhakkak gelmelisiniz. Yalnızlığınızı gün ışığına çıkarmalıyız.”
“Ben geldim.”
Kelimenin bütün anlamıyla yalnızlık biraz garipti. Bununla birlikte Sevgiyle Hikmet, yalnızlıklarını yaşamaya çalıştılar.
Biz serseri değil miyiz? Diye tekrarlıyordu Hikmet: Böyle şeylere aldırır mıyız?
III. BÖLÜM
“Nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur.”
“Kızı üzmüyorsun ya Hikmet?” diye mırıldandı Hüsamettin Bey.
“Üzüyorum albayım. Sonra gidip ne diller döküyorum bilseniz. ‘Neyin var canım?’ filan diyorum. Daha neler söylüyorum. Gözlerine filan bakıyorum. Siz gerçekten doğru söylüyorsunuz albayım: ben adam olmam. Ben, tek başıma yaşamalıyım; başkalarını zehirlememeliyim.”
“Fakat, Allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. bir yandan da hiç konuşmak istemiyor. Tıpkı oyunlardaki gibi çelişik duyguların altında eziliyor. Fakat benim de sevmeğe hakkım yok mu albayım? Yok. Peki albayım. Ben de susarım o zaman. Ben ölmek istiyorum albayım, ölmek. Bir yandan da ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor. Küçük oyunlar istemiyorum albayım.
Kendimi unutup zafer sarhoşluğuna kapılıyorum. Oysa bütün bir ilişki can sıkıntısı yüzünden başlamıştı.”
Ben ilgi görünce, hemen unuturum herşeyi albayım, biliyorsunuz.
Her fırsatta, küçük bir zayıflık sezdi mi mesele çıkaran, sonra üzerine yürününce de kendini acındırmak için sahte duyarlılıklara başvuran zavallı ‘ben’i gördüm. Kendimi acındırmayı bir sanat haline getirmeye çalıştığımı anladım.
Oynayalım albayım. Tekrarlara düşmekten korkmadan oynayalım.
Akşam olmaktadır albayım. Bütün güzel oyunlarda, heyecanı arttırmak için akşam olur albayım: Işıklar yavaş yavaş söner. Güneş demek istiyorum albayım. Parantez içinde yazılır albayım ‘hava kararmaktadır’ diye. Aynı parantezin içine italik yazılır albayım. Uzatma Hikmet, denir ona gerçek hayatta.
“Ona eziyet ediyor albayım!” diye bağırdı Hikmet. “Ne var, neden bağırıyorsun? Neyin var Hikmet?” “Onun canına okuyacak albayım! Yaşadığına pişman olacak zavallı kadın. Ona işkence ediyor albayım, ona işkence ediyorum.” “Kime ediyorsun oğlum?” diye şaşkınlıkla sordu albay. “Ona albayım, Bilge’ye.”
“Bilge’ye de bunu yapıyorum. Kendimi birşey sanıyorum onun yanında. Onun benden önce birşeyler yaşamış olmasına dayanamıyorum. Şimde de benim dışımda birşey, hissetmesine katlanamıyorum.”
Hikmet’le Bilge’yi yazalım. Gidip Bilge’yi getireyim de ona gününü göstereyim albayım.
“Merak etmeyin albayım; öfkeme aldırmayın. Ben onun yanına gidince köpek gibi olurum şimdi. Süt dökmüş kedi gibi olurum. Bütün böyle şeyler gibi olurum. Giderim, merhaba demeden yanına otururum; bir süre domuz gibi susarım.”
Kadınlar aptaldır albayım: Sadece sezmesini ve beklemesini bilirler. Ona, aptalsın diyorum. Ha-ha. Onunla alay ediyorum. Bilmezge diyorum ona. İsmi de Bilge. Ha-ha. Hiçbir şey bilmiyor.
“Herkese acıyor, ben bazı şeyler anlatınca ağlıyor filan. Değil, asıl mesele bu değil.. Asıl meseleyi tamamen kaybettim.” Hikmet’in sözünü kesti emekli albay. “Yalnız, anladığıma göre, kızı bir hayli üzüyorsun.” “Üzülsün albayım. Bütün hayatı Monika’nınki gibi rahat geçmiş.”
Biliyor ama, albayım, biliyor: Bir noktada benim de bunlara dayanamadığımı biliyor, her şeyden kaçtığımı biliyor. Asıl domuz gibi yaşayan Bilge’dir. Sonunda biliyorum usanacak, biz de belamızı bulacağız.”
“Senin öfkene nasıl dayansın kızcağız?” “Benim öfkem bir efsane albayım.”
Hüsamettin Bey içini çekti: “Sakın kimseye böyle bir oyun oynama oğlum,” dedi. “Onun köle olduğunu bildikten sonra ne zevk alacaksın bu işten?” “Anlamıyorsunuz ki. Öyle olmadığına inandıracak beni.”
Başkalarını mühim bulmayanlar, bir gün kendilerini de mühim bulmayanlarla karşılacaklardır; fakat bu hakikat, onların mühim bulmamış olduklarının mühim olduğu manasına da gelmez.
Hikmet’in Bilge ile birlikte geleceğine de pek inanmıyordu Hüsamettin Albay. Bir takım karışık hayaller içinde, gerçekle rüyanın ve arzu edilenin birbirine karıştığı bu ortamda dış dünyaya ait yeni bir olayın meydana geleceğine inanmak, romanlara inanmak gibi geliyordu emekli albaya.
Herkes, Bilge gibi bu masal dünyasında gerçek yerinin almaya başlarsa, gecekondunun, Emekli Albay Hüsamettin Beyin, dul kadının ve çocuklarının ne değeri kalırdı? Hikmet’in gecekonduda kurduğu dünya, birden fakirleşmişti.
“Bir yere gidemezsiniz. Oyunu yarıda bırakamazsınız. Beni halka rezil edemezsiniz. Nöbetçiler! Kapıları kapayın. Bilge! Bir daha yanlış birşey söylersen ağzına biber sürerim. Buraya gelirken ben sana böyle mi öğrettim?”
Birşeyler yapmalıyım. Oyunu kurtarmalıyım. “Kapı çalınıyor albayım. Sevgi ile Nursel hanım gelmişler de.” “Yapma,” dedi Bilge. “Görüyor musunuz albayım, ne kadar özlü konuşur: Ben yüzlerce söz ederim; fakat, tarihe bu ‘yapma’ sözü geçer yalnız.”
“Benim bildiğim kadınlar, ölüm meselesinde erkeklerle yarışırlar Nurhayat Hanım. ‘Benim genç yaşta ölmeyeceğim nereden belli?’ gibi belirsiz bir söze hemen, ‘Ben bu akşam öleceğim,’ diye karşılık verirler.”
İki tane Hikmet var.
Hangi Hikmet olarak gittin?
Uyandın mı?
Önce Bilge’yi çağırırım: Bilge buraya gel! Geldi. Kucağıma otur. Oturdu. Bu yaptıkların doğru mu Bilge? Doğru değil Hikmet, haklısın. Olmadı, beceremedim. Git şimdi Bilge. Ben çağırınca gelirsin.
Bana önem vermiyorsun Hikmet; hayalinin oyuncağı yaptın beni,
Canım Bilge.
Oyunlar tek başına oynanmıyor evladım Hikmet.
bana roman yaz diyenler oldu, hayatım roman olduğu için yazmıyorum, onu ben yaşarken okuyun, ben oyun yazıyorum, bir gün sonraya çıkabilmek için ve güneşin bir gün daha doğmak üzere olduğunu görebilmek için her gün yeni oyunlar icat etmek zorundayım.
Bilge’yi hayal edemiyorum artık, ona sahip oldum, ha-ha hep kendini oynuyor.
Bilge’yi düşündüğüm zaman bu yüksek metafizik dalgaya geliyor, ne haber?
Hikmetlere artık ne Sevgiler ne de Bilgeler kabahat bulamazlar.
Sevgili Bilge, sen yanımda olmadığın zaman seni düşünmek gerçekdışı bir oldu.
bulanık hayaller var kafamda.
Bir varlıkkavram olarak çıkıyorsun karşıma. Yaşanırken düşünülmesi ve düşünürken yaşanması gereken bir mesele olmak istiyorsun. İşte bu neden kurmak istediğim dünya, senin yüzünden yıkılıyor, bütün oyunlar anlamını kaybediyor.
Sen yaşadığım bir gerçek misin? Yoksa, bir zamanlar yaşamış olduğum bir rüya mısın? İlk gençlik günlerimin bir efsanesi misin yoksa, ey esrarlı kadın?
Benim gerçekliğim seni rahatsız ediyor. İlişkimizin sonsuza kadar uzanması için belirsiz ve esrarlı bir yaşantı istiyorsun sen.
Oysa bizim bütün güzelliğimiz, yaşantılarımızla düşündüklerimiz arasındaki acıklı çelişkinin yansımalarından ibaretti.
Fakat aslında, seni görmediğim zamanlarda yansımalarımın gerçekliğine ben de inanmıyorum. Belki benden artık nefret ediyorsun; belki de unuttun beni.
Sevgili Bilge, gözün aydın! Ben metafizik oldum, kavram oldum artık.
Böyle yapmasaydım Sevgili Bilge, hayalleri düşünen bir hayal olmaktan öteye geçemezdim.
Hayallerimde bile yenik düşüyorum. Kafamda yarattığım kahramanlar bile bana karşı çıkıyor.
“Kafam cam kırıklarıyla dolu doktor. Bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor, anlıyor musun? Bütün hayatımca bu cam kırıklarını beyin zarımın üzerinde taşımak ve onları oynatmadan son derece hesaplı düşünmek zorundayım.”
Ellerimi de yeni gömülmüş bir adamdan aldılar; bu ölünün kim olduğunu bir türlü anlayamadık.
Sinirimden gülüyorum albayım. Çünkü sinirlerim artık gülmek için kafamın neşelenmesini beklemiyor.
yolculukları sırasında bütün iskeleler de biriken bütün insanlara metafizik el sallayan, onlardan karşılık görmeyince benim gibi üzülmeyen ve işte geldik denildiği zaman işte geldik diye sevinerek gemiden inen ve tekrar tutuklanan ve hafıza denen canavarın kurbanı olmadıkları için her şeye her an yeniden başladıklarını sanan ve bu nedenle her zaman gülümseyen bu kiba insanlardan bahsetmek istiyorum.
Emellerimizde birlikte ıstıraplarımızı da gizli tutmalıydık.
Bilge, bütün Hikmetlerin ayrı bölgelerde hüküm sürmesini teklif ettiyse de, ülkenin bölünmezliği ilkesine aykırı olduğu için bu teklifi kabul edilmedi.
Bilge de onların kalbinde daima hüküm süreceğini ifade etmiştir.
Sonunda hepsi birleşecek albayım. Sonunda, herkese birden tek bir oyun oynayacağım. Tadı damağınızda kalacak. Aman şimdiye kadar neden bu oyunu görmedim? diye dizleriniz döveceksiniz.
Oyunlarda ve gerçek hayatta öldürdüğümüz bütün insanlar dirildi.
İşte bu nedenle derim ki, oyunlarımıza onları almayalım.
Kırılacak kafaları kırmalıyız. Bize acınmadığı için acımamalıyız.
-sadece siz- oyunu bedavaya seyredeceksiniz. Başka herkes bilet alacak. Çünkü onlar gerçek; çünkü siz gerçek değilsiniz, albayım. Oyunun gerçekten seyretmek istediğinize göre siz gerçek değilsiniz. Siz de oyunun -dolayısıyla kafamın- içindesiniz. Çünkü, bir insanı gerçekten seyretmek isteyen, onun oyununa gerçekten katılan biri, o insanın ancak kafasında yaşayabilir.
İnsana ancak hayallerinde karşı konulmaz, ancak rüyalarda olur böyle şeyler.
Albay, “Bu oyunu beğenmedim,” dedi. “Beni korkutuyorsun oğlum Hikmet. Bu oyunun sonu kötüye varacak.” “Hayır albayım. Varmayacak. Oyun değil bu, gerçek. Kötü oyunlar geçmişte kaldı. Ha-ha.”
Ah ne olurdu albayım, Sevgi de, Bilge de, evlilik de, sizin gibi gerçek dışı birer oyun olsalardı! Onları, yeni baştan, istediğim gibi oynayabilseydim!
Görünmek istemeyen bir yolunu bulur.
Ne kadar süslenseler, bir yerden sırıtıyor zavallılıkları..
Ah, ne olurdu bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım! Seni, bütün kötülüklerinle birlikte seviyoruz, diyorlar ya, ondan istemiyorum işte. Sevseler de neden hiç unutamıyorlar?
Birlikte talim yapıyorlarmış: Hikmet II, her gün en azondört şey unutmak zorundaymış. Kız da, Hikmet’le birlikte unutarak ona örnek oluyormuş.
İnsan korktuğu halde yaşıyor. Birşeyler yapmak istediği için, korkunun gölgesinde kendini oradan oraya vuruyor.
Yapamayacaksın, olmayacak. ‘Teşekkür ederim’ yerine ‘bir şey değil’ diyeceksin.
Kısa sürecek tesellilere kapılma.
bir kadının yumuşaklığına ve senkimsegibideğilsinciliğine ihtiyacı vardı. İyi romanların okuyucusu olmaktansa, kötü romanların kahramanı olmak istiyordu.
Bilge’yi mahvetmiştir.
IV. BÖLÜM
EN BÜYÜK HAZİNEMİZ AKLIMIZDIR
Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanmadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı.
Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi Bilge. Ben iyi değilim Bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim.
Hiç olmazsa, arkamda kalan bütün köprüleri yıktım cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime söyleyecek söz bırakmadım.
Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıylar değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır.
Bir alın yazısı da, ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bu durum daha acıklıdır.
Kötülüğüm, kelimelerin arasında kayboluyor.
Kuş sesi dinleyerek huzur duyanlar varmış; onlar gibiyim.
Siz de hep bulunuyorsunuz albayım. İşte bu kolaylık beni çıldırtıyor. Yalnız başını ve sonunu hatırlıyorum albayım. Arada ne yapıyorum acaba?
Neden tedirgin oluyor beni görünce albayım?
Her sözün hesabını sordum ondan, hiçbir sözün hesabını vermedim.
Beni istemedi, yeter artık dedi. Fakat onu ben kovdum. En iyi savunma saldırıdır.
Beni tahrik etmiş olmalı. Bilmeden bir yerime dokunmuş olmalı. Herhalde ben de kendimi korumadım. Hayır yalan! Korumuş olmalıyım. Her hareketimi hesaplamış olmalıyım. Küçük hesaplar yapmış olmalıyım.
Çünkü perşembeleri sevmem.
Bilge’yi bir daha göremeyeceğim, hiç göremeyeceğim. Bilge beni ne yapsın? Sevmiyor işte, sevmiyor sevmiyor.
Kendimi suçlu hissediyorum. Doğduğum günden başlayan bir suç dizisi içindeyim. Seni görmek istemiyorum, seni görmek istemiyorum. Aynı olayları bir daha yaşayacak gücüm kalmadı. Beni unut -belki de unuttun- beni unut. Başıma gelecekleri düşünme. Ne yaptığımı, nasıl yaşadığımı merak etme. Sana anlatması zor. Sevmesini bilmeyenler, kaderlerine razı olmalıdırlar. Oluyorum. Eyvallah. İyi değilim, fakat üzüntülü de değilim bak gülüyorum: Ha-ha.
Bütün kötülükler alışkanlıklardan doğuyor.
“Oyunlar,” dedi “Oğlum Hikmet, gerçeğin en güzel yorumlarıdır. Bizim gerçek dediğimiz şey de, bazı güçlükler yüzünden iyi oynanamayan oyunlardır.”
Zaten hangi yüzden kaybetmiyorduk ki?
İsa’ya kimse ihanet edemezdi.
sonunda intihar
Bunu anladığı zaman, yani İsa’nın büyüklüğünün yükünü taşıyamayacağını sezince kişiliğini ortaya koymak için tek yol kalıyordu: İhanet!
Neden yaşadığını hiç bilemeyen bu zavallı hain, neden intihar ettiğini de anlayamadan ölüp gitmişti.
Aslında günah, İsa’nın zahmetli ve katlanılmaz yolundan dönmekti. Yahuda’nın bu ağır yüke katlanamayacağını biliyordu. Fakat dünyada bir kişinin -hiç olmazsa bir kişinin- kaldıramayacağı bir yükün altına girmesi gerekiyordu, bunu insanlara göstermesi gerekiyordu, dayanamayacağı yolda yürümesi gerekiyordu. İnsanlığa bu konuda ancak Yahuda gibi bir zavallı örnek olabilirdi. Bu yüzden bütün ümit, Yahuda’daydı.
Hele bi kaçmaya başla bakalım: Hemen peşinden kovalayanlar bulursun.
Değerlendirmek, kaçmaktır; değerlendirmek, yalnız bırakmaktır; yaşantısının ağırlığına dayanamayan birini, yaşarken öldürmektir.
Beni oyunlarına da almıyorsun artık.
“Kötüsün,” dedi Bilge, “Beni üzüyorsun.”
Bütün hesaplarınız bu oyuna dayanıyor.
Hiçöyleşeyolurmucanım oyunu.
Ben sahteyim, Bilge gerçek.
Oyunlarından herhangi bir kadına bahsetmeye hakkın yok.
“Göreceksin, bir gün bırakacağım seni.” dedi Bilge.
“Üzülüyor albayım, beni bırakacağı için ağlıyor. Yaşamak istiyor albayım. Solup giden aşkımıza ağlıyor. Oyunun dışına çıkıyor, beni de çıkarmak istiyor. Sonra da beni bırakıp gidecek albayım.”
Bir kız varmış, albayım; Bilge gittikten sonra sahneye çıkarak beni anlayacakmış. Oyunlara inanmıyor. Bu kızı hayal etmemi önlemek için, onu bana anlatıyor: Büyüyü bozmak istiyor. İstiyor ki, beni bırakıp gittikten sonra ne zaman gözlerimi kapasam Bilge’nin yüzünden başka bir hayal görmem mümkün olmasın.
Ona korkunç şeyler söylediğimi hatırlayacak albayım. Neden beni bu kadar üzmüştü? diyecek. Fakat oyunları unutacak albayım, yaşamak istiyorsa unutacak. Sadece ağladığını ve bir zamanlar çok mutsuz olduğunu hatırlayacak. Bir zamanlar tehlikeli oyunlar oynanmıştı, bile demeyecek.
Bilge’nin aklından bu masaldan geriye, sadece kendi ağlaması kalmıştı albayım. Oysa Hikmet ağlayamıyordu. Oysa, Bilge gibi ağlayabilseydi, açılırdı. Ağlayamadığı için kapanmıştı.
Kımıldamalıyım ve mucizeler yaratmalıyım.
Bilge hoşt. Ha-ha.
Kimseye birşey olmaz. Bana olur.